Tarih ile Dokunmuş Bir Kilim Gibi “SÜLEYMANİYE”


İstanbul’un yedi tepesinden üçüncüsünün üzerine serpiştirilmiş onlarca cami, han, hamam motifleriyle süslenmiş bir Osmanlı halısı gibi durur karşımızda Süleymaniye. Her sokağında her taşında bir tarih şeridine bir tarih şahidine rastlamak mümkün tarih denizi bu ilçede. Tarihin sıcak görünen yüzünü kış mevsiminin soğuk rüzgarları arasında karşılıyor bizi Süleymaniye.


İsmini 16. Yüzyılda, Kanuni Sultan Süleyman tarafından Mimar Sinan’a yaptırılan Süleymaniye Camii ve Külliyesinden alan ilçenin her sokağında bir Osmanlı karesi yakalamak mümkün. Yedi tepenin üzerinde zamanın su gibi aktığı surların üzerinden damlayan soğuk güneş ışıklarının verdiği hafif sıcaklıkla, Süleymaniye sokaklarının tarih kokan havasına bırakıyoruz kendimizi. İlk olarak Süleymaniye Camisinde buluyoruz kendimizi. Dışardan caminin pervazlarına konan güvercinlerin ‘hu’ ları karşılıyor bizi. Dayanamıyoruz camii kapısından giriyoruz içeri. Kapı denildiğinde sıradan bir kapı anlaşılmasın üç kapısı olan caminin her kapısı taç kapı niteliğinde başlı başına bir sanat eseri. Cami içerisindeki mimari yapının heybetini ve ince zevkli dekorlarını da bu taç kapılardan anlamak mümkün.

Kanuni Sultan Süleyman tarafından yaptırılan Süleymaniye Camii’nin anlatılan bir de öyküsü var. Osmanlı imparatorluğunun en ihtişamlı yıllarında Kanuni Sultan Süleyman bu ihtişama yaraşır bir cami yaptırmayı arzu eder. Düşündüğü bu yapıt, günümüzdeki “Şehzade Cami” olarak bilinen camidir.  Ancak çok sevdiği Şehzadesi Mehmet ölünce, camiyi onun adına tamamlatır. Fakat içindeki özlem bitmemiştir. 1550 yıllarında rüyasında Hz. Muhammed’i görür ve Hz. Muhammed, Süleyman’a: camiyi nereye yapacağını, kaç kubbeli olacağını, mihrap ve minarenin nasıl olacağı gibi her şeyi en ince ayrıntısına kadar anlatır. Heyecan içinde uyanan Süleyman hemen mimar başı Sinan’ı çağırttırır. Kanuni, Sinan’a gördüğü rüyayı anlatır. Bugünkü Süleymaniye camisinin bulunduğu yere gelinir. Ancak Süleyman, bazı ayrıntıları unutmuştur ve o ayrıntıları Mimar Sinan tamamlar. Kanuni buna şaşırır ve “Mimar başı haberli gibisin” der. Sinan “Sultanım siz peygamberimizle yürürken ben hemen arkanızdaydım” der.

Caminin temelinin 3 yılda atıldığını ve 1 yıl da temelin tam oturması için beklendiğini okuyoruz girişte yazan tarihçeden, Mimar Sinan’ın kalfalık eseri olarak dile getirdiği camii için “kıyamete kadar yıkılmayacak” sözcüklerini dile getirmesi tarihe ve zamana meydan okuyuşu akıllarımızda yer ediyor.

Caminin iç kısmında bulunan hatların ve yazıların büyük ihtişamı adeta süzülen bir güneş ışığını andırırcasına dikkatimizi çekiyor. Dönemin kültür ve değer yargılarını ve sanat anlayışını anlatan ve bir sembol niteliği taşıyan bu yazıları dönemin meşhur hattatı: Hattat Ahmet Karahisari ve Hasan Çelebi tarafından yapıldığını öğreniyoruz. Yazıların bir kısmı çinilerin üzerine bir kısmı da farklı renklerdeki zeminler üzerine yazılmış olduğunu farkediyoruz ve o sırada turkuaz mavisi bir çini olmayı burada zamanla mekanın ihtişamlı kucaklaşmasını izlemeyi hayal ediyoruz.


Renkleri kahverengiye dönüşmüş yıllanmış deve kuşu yumurtalarının arasından caminin iç avlusuna adım atıyoruz. Attığımız her adımda bir başka tarih sayfası açılıyor önümüze. Caminin iç avlusunun ortasında, dikdörtgen şekilli ve bitkisel motifli bir şadırvan görüyoruz. Yaklaştıkça geçmişle gelecek arasında geçmişin peşine düşüyoruz yine. Şadırvan havuzunun içinde iki fiskiye bulunduğunu görüyoruz.  Söylenenler ışığında, şadırvan o devrin şartlarında kısmen Bizans kanalları kullanılarak Istıranca derelerinden getirilen suyu kule prensibiyle hava akımı oluşturarak, oksijenle arıtan tarihin ilk içme suyu hazırlama istasyonu olduğunu öğreniyoruz. Dinleri ve tenleri farklı farklı renk tonları olan yabancı turistlerin arasından hayatın şeffaf yüzünü yansıtan suyun iki medeniyet arasında bir bağ kurduğunu düşünerek camii avlusundan arka tarafa doğru açılan kapıdan çıkıyoruz dışarı. Karşımıza adeta bir tesbih tanesi gibi arka arkaya dizilmiş ve mimari olarak birbiri içerisinde geçmeli labirentleri andıran kubbeler çıkıyor. Sanki bir bulmaca gibi sağdan sola yukarıdan aşağıya doğru Haliç’e  uzanan kubbeler karşısında yerli ve yabancı turistlerin bu eşsiz manzaraya doğru fotoğraf çektirme telaşına şahit oluyoruz. Manzara her insanı fotoğraf makinesine sarılmaya itecek kadar kışkırtıcı.

Haliç’in bu eşsiz panoramik manzarası karşısında herkes gibi bizde elimizdeki telefonlarımıza davranarak fotoğraf çekmeye başlıyoruz. Fotoğraf karelerine sığdırdığımız mutluluklar her bakışımızda yeniden tebessüm oluşturuyor geçmiş nüksesine maruz kalmış yüzlerimizde.


Süleymaniye’yi gezenlerin en çok dikkat ettiği noktaların başında elbette türbeler gelmekte. Bizde o eşsiz manzaranın ışığında caminin mihrap duvarının arkasında bulunan avludaki Kanuni türbesini ziyaret ediyoruz. Osmanlı imparatorluğunun 10. Padişahı olan Kanuni Sultan Süleyman’ın türbesinin ölümünden sonra oğlu Sultan İkinci Selim tarafından 1566 yılında Mimar Sinan’a yaptırıldığını öğreniyoruz. Türbede ziyaret edenlerin girişte belli bir noktaya odaklanmaları dikkatimizi çekiyor ve meraklı zihinlerimizin tetiklediği gizemli bakışlarımızla olayı geçmişle gelecek arasında kendilerine yer edinmiş görevlilerden öğreniyoruz. Türbenin giriş kısmının üzerinde Mevlevi sikkesi şeklinde Müslümanların mabedi olan Kabe’den getirilen Hacer-ül Esvet taşının bir parçası olduğunu öğreniyoruz. İçeri doğru ilerlediğimizde türbede yedi sanduka olduğunu görüyoruz. Ortada: Kanuni Sultan Süleyman: hemen sağında çok sevdiği kızı Mihrimah Sultan, onun yanında sırasıyla Sultan İbrahim’in eşi ve aynı zamanda Sultan II. Süleyman’ın annesi Saliha Dilaşub Sultan ve Sultan II. Ahmet’in kızı Asiye Sultan’a ait sandukalar bulunuyor Kanuni’nin sandukasının solunda ise: Sultan II. Süleyman ve Sultan II. Ahmet’in sandukalarının bulunduğunu farkediyoruz. Sekizgen olan türbenin çevresindeki sütunlar ve üstü açık revaklar dikkatimizi çekiyor.



Türbenin bulunduğu avlu da yere düşen yaprakları süpürgesi ile temizleyen görevlinin süpürdüğü şeyler sanki yapraklar değil de zamanmış gibi geliyor insana. Bulunduğumuz ortamın ambiyansından olsa gerek zamanın akışkan olduğunu unuttuğumuzu fark ediyoruz. Unutkanlığın verdiği büyük bir hızla caminin ön kapısından çıkıyoruz dışarı. Hediyelik eşyaların arasında Tarihi Süleymaniye Kuru Fasulyecilerinin bulunduğu sokakta yemek yiyen insanlar çekiyor dikkatimizi. Ardından Mimar Sinan türbesinin bulunduğu Mimar Sinan Caddesine doğru yöneliyoruz. Süleymaniye de attığımız her adım bir başka tarih felsefesi oluşturuyor zihnimizde. Sokaklarında dolaşırken dik ve yokuş sokak aralarındaki tarihi eserlerin bizlere kendimizi kaybettirdiğini hissediyoruz. Bu durum zihnimize derinlik katarken bize de huzur veriyor. Mimar Sinan türbesine yaklaştığımızı üçgen mimari yapısının ucunda bulunan çeşmeden anlıyoruz. Türbe, Süleymaniye Külliyesinin deniz cephesinde müftülük binasının hemen köşesinde bulunuyor.  Yarı açık olan türbenin altı kemer üstüne oturtulmuş bir küçük bir kubbeden oluştuğu dikkatimizi çekiyor. Geçmişle bir ortak kader olsa gerek Mimar Sinan’ın kendi türbesini kendisinin yaptığını öğreniyoruz. Ardından Mimar Sinan sandukasının önünde biyografisinin bulunduğu bir kitabe olduğunu görüyoruz. Sülüs yazısı ile yazıldığını öğrendiğimiz kitabenin Mimar Sinan’ın arkadaşı olan Nakkaş Sai’nin eseri olduğunu fark ediyoruz.

Mimar Sinan türbesine yaptığımız ziyaretten sonra kendimizi Süleymaniye’nin adeta kara kalemle çizilmiş dar, bir o kadarda yokuş yukarı sokaklarında buluyoruz. Sokakların sessizliği manevi bir soğukluktan olsa gerek ürpertiyor içimizi. Bu sessizliği zamanın geç vakitleri anımsatmasına vererek yürümeye devam ediyoruz. Dar ve yokuş sokaklarda geçmiş zamanın gölgeleri ile saklambaç oynuyor gibi hissediyoruz adeta.  Birbirinden farklı ahşap evlerin arasında gizli bir hazinenin üzerindeki tozları aralıyoruz sanki. Süleymaniye’nin her yanını sarmış tarihi yapıların büyük bir kısmı Osmanlı mimarisinin en nadide eserleri olarak asırlara direndiğini görüyoruz. İstanbul’un güzelliğine güzellik katan bu eserlerin her birinde sevgi katılmış Mimar Sinan harcı ve sanat katılmış Osmanlı taşı bulunduğunu düşünüyoruz. Sanki minyatür gibi eski ve dar sokak aralarında dolaşırken birdenbire kendimizi kendi haline terk edilmiş ahşap evlerin arasında buluyoruz.

Her daim eskiyen zaman restore edilemezken mekanı restore etmek yeniden hayata tutundurmak tarihe karşı olan bir sorumluluk hissiyatını anımsatıyor bize. Yorgun evlerin müzmin bakışları arasında daracık sokaklardan bir hüzünle yürümeye devam ediyoruz. Etrafta içine korku düşmüş bir çocuk gibi yürüyen geçmişle gelecek arasında kalmış insanları görüyoruz, umarsızca devam ediyorlar hayatlarına. İnsanın içini kaplayan bu terk edilmişlik hissi ile tarihi ahşap evlerin bir kısmının evsiz barksız insanların mekanı haline geldiğini bir kısmının ise hurdacılar, kağıt toplayıcıların mekanı haline geldiğini görüyoruz. Tüm bu sessiz çığlığın ortasında küçük mutluluklar, küçük sürprizler de yaşatmıyor da değil tarih denizi bu ilçe. Süleymaniye’nin bu korkunç yüzünü yansıtan sokaklarından sıyrılıp vezneciler tarafına doğru yol alıyoruz. Daracık sokaklarında soluklandığınız bir anda restore edilen binalara rastlıyoruz içimizin bir an ferahladığını hissediyoruz. Birbirinden renkli ahşap binaların altında açılan kafelerde sohbet eden bizim gibi üniversite öğrencilerini görüyoruz yol boyunca. Birden havanın karardığını ve zamanın akışkan olduğunu unuttuğumuzu fark ediyoruz.

Tramvay, metro ve otobüs gibi birçok toplu taşıma aracıyla kolaylıkla ulaşılabilen Süleymaniye de camiler ve türbelerin yanında; Süleymaniye Külliyesi, hamamlar,  medreseler, Kayserili Ahmet Paşa konağı gibi birçok tarihi yapılarda bulunuyor, buraya her geliş bir geç kalınmışlık hissi veriyor insana.









Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

POPÜLER KÜLTÜR VE SİNEMA

“Televizyon: Öldüren Eğlence” Neil Postman

Geçmişle Gelecek Arasında Bir Semt ’’MERCAN’’